Birkaç gün önce başladığımız serüvenin bugün üçüncü günü. Kendimi zorlamak için meydan okumuştum ama hiç böyle olacağını tahmin etmemiştim. Motivasyonum gün geçtikçe artar sanıyordum ama bugün o zincir kırıldı..
Bir şeye çok kıymet verince ve sonrasında aynı değeri göremediğimde yaşadığım hayal kırıklığına benziyor biraz. Dün gece rahatsızlanmamın da etkisi büyük elbette. Yine olumsuz düşüncelerin kol gezdiği, ıssız ve tekinsiz korku filmi mekânlarındaymışım gibi hissettiğim zamanlar.
Bırakmakla bir adım daha atmanın eşiğindeydim ama galiba iç dökmeli bir yazı olacak bu. Yeni konumuz elverdiği sürece tabii.
Üçüncü Gün:
En sevdiğiniz film ve dizilerden bahsedin.
mehmetfix
Böyle bir soruda tek bir film veya diziden bahsetmem çok zor. Anlık değişebiliyor. Yani sevdiğim onca yapım arasından birazdan sayacaklarım, şu anki ruh hâlimde izlemeyi tercih ettiklerimden olacak.
Kendimi mutlu hissettiğimde, içimdeki sevinci katbekat arttıran sımsıcak aile filmlerine bakıyorum. Geneli, şehrin debdebesinden uzak ve sessiz kasabalarda geçiyor. Kırsaldaki yaşamın sakin ve gürültüsüz kollarına kendini bırakmış insanların yaşamlarına ortak olmak mutluluk veriyor.
Bazen büyük sorunlarla karşılaşsalar da ailelerinin, sevdiklerinin hatta tüm kasabalının yardımıyla üstesinden geliyorlar. Sevinçleri benim sevincim oluyor ve etkisi günlerce sürüyor.
Her zaman o filmlerdeki gibi değil hayat. Bunu biliyorum. Farkındayım. Ama neden gerçekteki insanlar böyle olamıyor? Doğru kelime 'olmak istemiyor' bence. İyi olmak, iyi davranmak istemiyor. Sıcacık bir tebessüme karşılık vermekten imtina ediyor. Asansörde görmemek için kafasını çeviriyor. Yardım aldığında teşekkür etmiyor. Otobüste yer veren gence homurdanıyor, "Neden 2 dakika önce kalkmadın?" diyebiliyor. Zaaflarından yararlanmaya çalışıyor. Fırsatını bulduğunda kandırmaktan geri durmuyor. Sanki pahalılığın suçlusu karşısındaki kasiyermiş gibi tüm hıncını ondan çıkarıyor. Para vererek iki kaşık yemek yediği yerdeki tüm çalışanları kölesi sanıp garsonu azarlıyor. Toprağın altından çıktığında daha merhaba demeye bile fırsat bulamayan nazlı çiçeğin üzerine basıp gidiyor. Kendi hâlinde duran kardan adamı, gecenin karanlığında bir tekme savurarak dağıtıyor. Yol kenarlarına dikilmiş tazecik fidanları kökünden söküp kenara fırlata fırlata ilerliyor. Yapılan bir güzelliğe gözlerini kapıyor, hoş bir seda duyunca da kulaklarını tıkıyor. Hiçbir şeyden utanmıyor ve de kimseden çekinmiyor. :/
İç karartıcı bir yazı olacağını baştan söylemiştim. Böyle kişilere denk geldikçe umudumu yitiriyorum. Yazınca düzelmeyecek hiçbir şey biliyorum ama neyse işte. Filmlere geri döneyim bari. 🙂
Bunalımlı ve depresif hallerimde başucu adresim en sevdiğim film oluyor. Tabi ki Harry Potter ve Felsefe Taşı. Tüm repliklerini biliyorum. Defalarca ve defalarca izlememe rağmen kısacık bir anından dahi sıkılmıyorum.
Hikâyenin başlangıcı olduğundan mı, Harry'nin mutsuzlukla geçen hayatının bir gecede değişerek farklı bir âleme geçiş yapmasından mı bilmiyorum. Belki her ikisi de. Seviyorum. İmkanım olsa o filmin içinde yaşardım galiba. 🙆♀️
İyilerin galip geldiği, kalplerde umudun yeniden yeşerdiği bir zamanı anlatıyor. İsmi lazım olmayan kötülüklerin ve çirkinliklerin kaybettiği nadir anları yansıtıyor çünkü.
Harry'nin sihirle ilk tanışması, âsâsını seçişi ya da âsânın onu seçmesi, Diagon Yolu'nda her gördüğüne şaşırması, onu seven arkadaşlarının olması ne kadar güzeldi. En vurucu yeri de teyzesinin evindeki sığıntı olan Harry'den çıkıp geçmişi ve geleceği olan birine dönüşmesiydi.
Hagrid'i de çok seviyorum. Ona hayat veren aktör de Snape gibi aramızdan ayrıldı. İkisi de kalbimizdeki yerini daima koruyacak.. Âsâlar gökyüzüne..
Robbie Coltrane ölümünden önceki son röportajında şöyle demişti:
Bizden sonraki nesil bunları çocuklarına gösterecek. Onlar da kendi çocuklarına gösterecek. Yani bunu 50 yıl sonra izliyor olmanız mümkün. Ne yazık ki ben bu kez orada olamayacağım.
Ama Hagrid olacak. Evet.
Hagrid | Robbie Coltrane
Yeni bir sayfayı çevirdim, aklımdan birçok dizi geçti ışık hızıyla. O kadar hızlı geçiyordu ki sahneler, hangisini seçeceğimi ben bile bilmiyordum. Her gün en az bir film, birkaç bölüm diziyle meşgul olan biri için inanılmaz sayılara tekabül ettiğinin farkındayım.
Ama bir kare dondu zihnimde. O tatlı, gülümseyen kızı geçmek istemedim. Yeşilin Kızı Anne'di o. Green Gables'lı Anne Shirley Cuthbert. 💚
Öyle masum bir hikâyeydi ki sonsuza dek sürse de hiç itiraz etmezdik. İnanıyorum buna. Ama gıcık Netflix saçma yapımlara binlerce sezon onayı verirken bizimkinin 4. sezonunu iptal etti. :/ Aptallıktan başka bir şey değil bu. Hâlâ kızgınım onlara. :/ Tamam neyse, sakin.
Kanadalı yazar L. M. Montgomery tarafından, 1908 yılında yazılan 8 ciltlik kitabı almışım iyi ki. Evde okuyup okuyup kendi hayalimde devam ettiririm ben de. 🙂
Anne; çok sevimli, kızıl saçlı çok güzel bir kız. Yetimhanede sevilen ama aynı zamanda çok konuştuğu için sözlerine önem verilmeyen biri. Kimsenin dinlemek istemediği kişilerden. (Çok üzücü:/ )
Çok kitap okuyor. Hikâyelerine tanık olduğu karakterlerin sözlerini cümlelerinde kullandığı için hafiften alay edilen de biri.
Büyük kelimeler kullandığımı söylüyorlar. Eğer büyük fikirleriniz varsa büyük kelimeler kullanırsınız.
Anne Shirley Cuthbert
Gibi sözler söyleyen, gözleri çakmak çakmak bakan bir güzel. Fakat kendisini hep çirkin sanıyor. Çünkü öyle hissettirmişler. Herkes siyah veya kahverengi saçlara sahip. Aralarında farklı birini görünce daha doğrusu kıskandıkları için yapmadıkları hakaret kalmamış. (O kızıl saçların tonunu tutturmak için servet harcayan kadınlar var yahu.)
Hatta bir bölümde kasabaya gelen bir çerçiden ucuz ve dandik bir boya alıp saçlarını kendi kendine boyamaya kalkmıştı da sonu felaket olmuştu. :/
O an düşündüm. İnsanlar her dönemde, her coğrafyada birbirine ne kadar da çok benziyor. Kanada'nın Prens Edward Adası'nda da burada da hiç fark etmiyor. İçinde kötülük barındıranlar herkesi o duygunun içine çekmek istiyor. Güzelliğe katlanamıyor. Hasetlikleri, kendi kendilerini yiyip bitiren bir virüs gibi ama hiç farkında değiller.
Hayatım mükemmel bir gömülmüş umutlar mezarlığı gibi.
Anne Shirley Cuthbert
Anne, Green Gables'a doğru at arabasının içinde yolculuk yaparken onun yanında ben de vardım sanki. İşaret ettiği ve dikkat çektiği yerlerin gerçeğini de görebilmek isterdim. Geçtiği her yola, gördüğü suya, ağaca, köprüye birer isim vermeyi de ihmal etmiyordu. Zarafetin Beyaz Yolu, Parıldayan Sular Yolu, Kar Kraliçesi, Perilerin Kaynağı bunlardan birkaçı..
Okul arkadaşlarıyla ormanın dehlizlerinde elleriyle kurdukları derme çatma barakayı nasıl da güzelleştirmişlerdi. Hikâye grubu kurmuşlar ve her okul çıkışında bir araya gelip birer sayfa yazıyorlardı. Kendisi bu işte ustayken diğer arkadaşları da yavaş yavaş gelişiyor ve kelimelere hükmetmeye başlıyordu.
Tıpkı #HiveTR'deki serüvenimiz gibi değil mi? 12 kişi bir araya gelip belli bir konu hakkında içimizden geçenleri sayfalara döküyor ve buna devam etmeye çalışıyoruz.
Taze çiçekler kondurduğu şapkası, her daim gülümseyen gözleri, sıcacık tertemiz kalbi ve yardımsever halleriyle iyilik meleği olan Anne Shirley.. Sen gerçekten varsın. Buna inanmak istiyorum.. 💕
Yazıya başladığımda var olan o umutsuzluk azalmaya başladı biraz. Şimdi rahat nefes alabiliyorum. Oksijen, temiz hava ve güzellikler ümitlendirdi yine. Umarım bu inancımı kaybetmem. Okuyanlara teşekkür ederim, vaktinizi aldım. 💐